İslami mimarisi üzerine yazdığı makaleler ve yaptığı çalışmalarla tanıdığımız dünyaca ünlü Gulzar Haidar mimari eserler gibi tarihin de kopyalanamayacağını belirtiyor ve ekliyor: “Gelenek tekrar keşfedilmelidir. Geçmişi kopyalamak kolaydır ama anlamak zordur, emek ister. Neyin Osmanlı olduğunu anlamak, özünü kavramak için çalışmak lazım. Yoksa Muhteşem Yüzyıl’ı Osmanlı sanabilirsin! “

Gülzar Haidar (Haydar) Mimar-Akademisyen Foto: Sedat Özkömeç
Aslen Pakistanlı olan Gulzar Haidar dünyaca ünlü bir mimar. İslam mimarisi üzerine yaptığı çalışmalarla tanınıyor. Şehirlerin Ruhu kitabı bundan yıllar önce İnsan Yayınları arasında Türk okuruyla da buluşmuştu. Mimariyi kent, inanç ve insan ekseninde yeniden yorumlayan Haidar İstanbul’a daha önceleri de gelmiş ve Türk mimarisiyle yakından ilgilenmiş. Özellikle Mimar Sinan’ın eserleri üzerine kafa yoran Haidar ile Süleymaniye Camii avlusunda buluştuk ve burada sohbet ettik. Ardından da Süleymaniye Kütüphanesi bahçesine geçtik. Haydar uzun yıllar Kanada’da yaşamış emekli olduktan sonra ‘benim şehrim’ dediği Lahor’a yerleşmiş. Fırsat buldukça farklı ülkelerdeki mimari eserleri inceleyen Haidar en çok Mimar Sinan’ın yaptığı Sokullu Paşa Camii’den etkilenmiş. Bunun sebebini de şöyle açıklıyor: “Benim favorim Sokullu Mehmet Paşa Camii. Küçük bir cami. En beğendiğim olmasının sebebi, çok eğimli bir arazide yapılmış olması. Gerçekten çok zor bir iş. Ayrıca bulunduğu yerle çok uyumlu. Ünlü mimarlardan Aptullah Kuran, ‘ Sinan deneyler yapmayı seviyor’ derdi. Gerçekten de daha büyük bir iş yapmadan önce küçük bir denemesini yapıyor.”
ÜÇ KADEMEDEN GEÇEREK ALLAH’IN HUZURUNA ÇIKMAK
Bunları konuşurken Mimar Sinan’ın Süleymaniye Camii’nin iç avlusunda oturuyoruz Haidar oturduğumuz avludan sütunlara, kapılara, dışardaki yemyeşil bahçeye bakarak anlatmaya başlıyor: “Bu cami İslam mimarisinin en iyi örneklerindendir. Şu köşeler, avlunun kenar duvarları, şu kemerler Sinan’ın uzmanlık alanı. Hangi Esma nereye asılacak her şey ayrıntılı şekilde düşünülmüş. Ortalama bir Müslümana sorsan İslam’da sembolizmin olmadığını söyler fakat öyle değil. Avluya giriş kapısındaki kemerlere bakın. İki kemer eşit boyda, bir yanındaki biraz daha yüksek, kapının üzerindeki dördüncü kemer ise ondan az daha yüksek. Bu yükseklik geçişleri kolay işler değil. Caminin giriş kapısındaki kemer ise karşısındaki kapının üzerindeki kemerden biraz daha yüksek. Avlu giriş kapısıyla caminin girişi arasında bir aks çiziyor böylece. İnsanların dünyasıyla dini dünya arasında yaptığı kademeli geçişten bahsetmiştim. Her bir yüksek kemerden girişte, bir şeyin değiştiğini, farklı bir dünyaya adım attığını kademe kademe hissetmeni sağlıyor. Ve elbette en yüksek kemer caminin girişindeki. Çünkü artık Allah’ın evindesin. Plana baktığınızda alanı özellikle böyle böldüğü çok belli. Böyle eşiklerden geçerek bir alandan ötekine geçiyorsun. Bahçenin dışı insanlar, kamusal alan, dünya, içerisi ise Allah’ı anmak için. Allah’ı anmaya üç kademede geçiyorsun. Kıble duvarından bahçeye bakan o pencerelere bakın. Dünyada çok nadir ama Türkiye’de yaygın bir şey kıble tarafında pencere olması. Oysa namazda insanın dikkati dağılır diye düşünüyor pek çok kişi. Ayrıca bahçede mezarlar var. Ağaçlarıyla cennet gibi bir bahçe ve o bahçede Kanuni Sultan Süleyman bile gömülü! Pek çok mesajı aynı anda taşıyor. Mesela bakın Süleymaniye’nın cami kısmına üç kapıdan geçerek giriyor olmamız çok etkileyici. Bahçenin dışı insanlar yani dünya içerisi ise Allah’ı anmak için. Ve Allah’ı anmayı bu üç kademeden geçiyorsun.”
GELENEK PAZARLANACAK BİR ŞEY DEĞİL
Peki gelenek bize bugün için nasıl ipuçları sunar? Diye merak edip soruyorum Haidar’a. “Gelenek meselesi yanlış anlaşılıyor. Tarihi kopyalamak ve pazarlamak gelenekçilik değildir” diye söze başlayan Haidar şunları söylüyor: “Geleneğe günümüzde pazarlamacı bir bakışla yaklaşılıyor çoğunlukta. Görünür bir şeymiş gibi algılanıyor. Oysa gerçek gelenek görünür bile değildir kolaylıkla. Yine tarihin kopyalanması geleneği sürdürmek demek değildir. Geleneksel olanın bugünde bir devamlılığı vardır. Hep öğrettiğim şu öğrencilerime beş şey çok önemli: yer çekimi, ışık, ses, zaman ve hafıza. Hafıza kurgudur. Herkese okuması için Italo Calvino’nun Görünmez Kentler’ini tavsiye ederim. Tüm şehirler büyür eskir. Mesele nasıl büyüdükleri, nasıl eskidikleri, nasıl tekrar tekrar kurulduklarıdır. Bu yüzden kurguyu ve hafızayı önemsiyorum. Öğrencilerime Jung okutuyorum. Gelenek tekrar keşfedilmelidir. Kopyalamak kolaydır ama anlamak zordur, emek ister. Neyin Osmanlı olduğunu anlamak, özünü kavramak için çalışmak lazım. Yoksa Muhteşem Yüzyıl’ı Osmanlı sanabilirsin!
ERDOĞAN’I BOKS MAÇI İZLER GİBİ İZLİYORUM
“Osmanlı’nın yeni bir tarz getirdiğini görüyorum” diyen Gülzar Haidar, Osmanlı’yı sık sık gündeme getiren Erdoğan’ın söylemlerini bu yüzden önemsediğini dile getiriyor ve ekliyor: “Osmanlı’nın İslam medeniyetine çok katkıları var. Mesela ilk medeni kanun. Bu yüzden bu söylemleri önemsiyorum ve esasen Erdoğan’ı cesareti sebebiyle de beğeniyorum. Oryantalist kategorilere çok fazla maruz kaldık, belki de sevgim ondan. Onu izlerken boks maçı izler gibi oluyor insan hani favori adamın rakibini yumruklarken yaşadığın his gibi (gülüyor). Kadınların camideki yeri meselesiyle alakalı Amerika ve Kanada’da da çok tartışma var, burada da olmasına şaşırmadım. Bir imam mesela şöyle bir uygulama başlatmıştı Kanada’da, camiyi ortadan bölüp bir taraf kadınlar, diğer tarafta erkekler olarak namaz kıldırıyordu. Bu gerçekten çözülmesi gereken bir sorun çünkü kadınlar artık camileri daha çok kullanıyor, böyle bir yeniden düzenleme ihtiyacı var. “
TÜRK MİMARLARDAN ÇOK ŞEY ÖĞRENDİM
Gulzar Haidar mimarlık ve mühendislik eğitimi almış ama özel ilgi alanı islami mimari olmuş. İslami mimari üzerine çalışırken dünyadaki mimari örneklerini gezip karşılaştırmalar yapma fırsatı yakalamış. Türk mimari eserlerinden ve mimarlarından ise düşünce ve fikir anlamında beslenmiş. Türkiye’yle ilgili şu hatırasını paylaşıyor: “Bir mimar olarak ve bir mühendis olarak yetiştim. İslami mimariyi kendi kendime öğrendim. Kitaplar okudum. Pek çok insan bana yardımcı oldu. Türkiye ve İran akademik anlamda bu alanda çok iyi, çok iyi akademisyenleriniz var. Mesela Aptullah Kuran bana çok yardımcı oldu yine Doğan Kuban, Turgut Cansever benim için çok önemli mimarlar onlardan çok şey öğrendim. Bir dönem IRCICA’nın İslam Kültür Mirası Koruma Komisyonu’nda görev aldım. Kanada’dan toplantılara gelip gidiyordum. O dönem benim şöyle bir önerim oldu: Bir yarışma yapalım ve mimarlık alanında öğrenciler yarışsınlar. Bu yarışmada insanların dini ihtiyaçlarını karşılacak bir yapı yapacaklardı. Böyle bir fikir ortaya atmamın sebebi ise yaşadığımız bazı sorunlardan dolayıydı. Mesela o dönem ABD’de camiler tasarlıyorduk ve bazı sorunlarla karşılaşıyorduk. İnsanların pek çoğunun İslam’ı bilmediği yahut yanlış bildiğini görüyorduk. Dini açıdan pek çok farklı kesimin bir arada yaşadığı yerlerde İslam’ı temsil eden bir yapı kurmak oldukça zor bir işti. İşte bu yüzden gençlerin bu işe kafa yormasını istiyordum. Yarışma İstanbul’da oldu. Uluslararası bir jüri kuruldu. Bütün bu süreçlerde ben hem İstanbul’u tanıdım, hem buralardaki hocaları tanıdım. Hepsi bana çok iyi

AYASOFYA İSLAM MİMARİSİNİ ETKİLEDİ
Haidar’a göre mimari zor bir alan çünkü mimaride koplayama tekniğinin olamayacağını savunuyor. Çünkü bir eserin o kentle, yapıldığı çağın ruhuyla bütünleştiğini söylüyor Haidar ve devam ediyor:”Eğer Süleymaniye’yi Washington DC’ye kopyalasaydık, bu olmazdı. Çünkü Süleymaniye belli bir yüzyıla ait ve alanı buna göre bir alan, şehir buna göre bir şehir. Tüm bu kompozisyonun içerisinde güzel. Sultanahmet Camii’nin bir kopyasını görmüştüm altı minareli bir cami ve çok garip duruyordu.”
Söz dönüp dolaşıp İstanbul’a geliyor. “İstanbul çok özel bir şehir” diyen Gülzar Haidar şöyle devam ediyor: “Bir dönem hristiyanlığın merkeziydi ve o dönem Ayasofya yapıldı. Roma gibi yedi tepe üzerine kurulu bir kent. Bu tepelerden birinde işte Ayasofya var. Ayasofya tüm İslam mimarisini etkiledi. Ortalama bir Müslüman kubbeyi İslam medeniyetine has sanır oysa öyle değil. Ama kubbe İslam mimarisinin bir sembolü haline gelmiştir. Bu anlamda İslam medeniyetine has sanmakta haklılar tabi.”

ARTIK MİNARE CAMİLERDE YOK
Günümüze gelince artık minarenin bir sembol olmaktan çıktığını söyleyen Haidar batıda pek cok caminin artık minaresiz yapıldığını belirtiyor ve gerekçesini şöyle açıklıyor: “Artık saatlerimiz var kollarımızda minareye ve dolayısıyla ezana ihtiyacımız yok diye düşünen mimarlar var. Ama minarenin en etkileyicisi Sultanahmet’te diye düşünüyorum ben. Altı tane, her birinden birer müezzinin koordineli olarak ezan okunduğunu hayal ediyorum da harika bir şey. Minareler hakkında enteresan sorular alıyorum özellikle batıda. Mesela ‘niçin var bunlar, birilerini onların tepesinden atıp cezalandırıyor musunuz’ gibi sorular soruluyor. Bu sorular aslında oryantalist bakışın izleri. Müslümanlar acımasız ve şiddet yanlısı gibi düşündükleri için böyle sorular soruyorlar.”

Şehir mimarisinin her çağda para ve güç kimin elindeyse onun gücü üzerinden şekillendiğini dile getiren Haidar teknolojinin gücünden faydalanırken ‘esas olan şey’in kaçırıldığını söylüyor ve ekliyor:
“1977’den beri İstanbul’a gelip gidiyorum. İstanbul’a ilk geldiğim yıl Suudi Arabistan’a da davet edilmiştim. Ürkütücü bir tecrübeydi benim için. Petrol zengini bir ülkenin mimarisi beni dehşete düşürmüştü. Yakınlardaki sahillerin güzelliğini göremeyecek kadar şoke olmuştum. Her şey ithaldi. Hiçbir şey üretilmiyordu. Körfez şehirleri de öyleydi. O yıllarda İstanbul’a yüksek bir not vermiştim. 10 üzerinden 6 alırdı rahatlıkla. Ama bu sefer geldiğimde, yeni metrolar, tünelleri görünce bir garip oldum. Özellikle denizin altındaki tünelden geçerken çok garip hissettim. Ayrıca İstanbul’un sinerjik bir etkisi var Pakistan üzerinde. Ben Lahor’da doğdum, büyüdüm, 2004’te Kanada’daki okuldan emekli olunca da doğduğum şehre geri döndüm. Lahor’da İstanbul’da olan biteni kopyalıyorlar. Büyük bir Türk ve Erdoğan hayranlığı var. Bir yerde trafik mi sıkışıyor? Hemen bir yol ötekini altından geçiriliyor, bağlantılar yapılıyor, İstanbul’da ne yapılıyorsa hemen ona bakılıyor. Otoyollar yapılıyor ama o yollarda bir dönüşü kaçırdıysan asla geri dönüşü olmayan yollar o yollar. Şu an en çok Çin şirketlerinden korkuyorum. Çok fazla para harcıyorlar Pakistan’da o yolları yapmak için. Adı da İpek Yolu. Çok romantik bir isim ama endişe verici. İstanbul’un Lahor üzerindeki etkisi maalesef pek pozitif değil. Öte yandan, ortalama bir Lahorlu yahut Pakistanlı Türkiye’yi çok sever, ben gençken de böyleydi. İki dost ülkemiz olduğu bize öğretildi. İlk sırada Türkiye. İkincisi Şah devrilmeden önceki İran’dı. ODTÜ’de okuyan pek çok Pakistanlı vardı, burada pek çok Pakistanlı-Türk evliliği yapıldı hatta. “
Teşekkür Notu: Bu görüşmede tercüme konusunda yardımcı olan sevgili Burcu Sağlam’a çok teşekkür ediyorum.