“Gitmeyi seçen unutmayı, unutulmayı da seçer.Dönüşsüzlüğü öğrenir, bunun imkansızlığına tutunur. Yersizliğe alıştırır. Yitirilenin ne olduğunu hatırlamak istemez. Ama bir şey var ki uzaklaştıkça bağlananların neleri içerdiğini belleğine kaydeder. Gitmeyi seçen ayrılığı da seçmiştir.”
Kavşaktaki Kent: Erzurum’un yazarı Feridun Andaç henüz 18 yaşındayken küskün olarak ayrıldığı doğup büyüdüğü topraklara yıllar sonra bir anlamda barışmak için döner. Yaklaşık 30 yıl sonra geldiği şehir bıraktığı gibi değildir. Erzurum sokaklarında doğup büyüdüğü şehri ararken anıları ona yoldaş olur. Yıllar sonra bu şehirle “kalemiyle” barışmak ister ve bunu yaparken de şehir hayatını, değişimi ve dönüşümü sorgulamayı ihmal etmez.
Elimizdeki kitap bir yazarın sadece çocukluk ve gençlik günlerine gönderme yaptığı bir şehir kitabından çok doğup büyüdüğümüz topraklar üzerine düşünme ve anlama için de okura kılavuzluk ediyor. Nitekim benim için öyle oldu. Üstelik hikayem yer yer Andaç’ın hikayesiyle paralellik oluşturdukça daha bir dikkatle okudum, yer yer satırların altını çizdim: Hem yazarın dile getirdiklerini hem kendi hayat hikayemi düşündüm.
Feridun Andaç’ın adını ilk ne zaman duydum hatırlamıyorum ama Erzurum’la ilgili hatıralarını -ayrılıp gitme hikayesi- yıllar önce Erzurum’da bir arkadaş grubuyla yaptığımız sohbette öğrenmiş, ismini zihnime not etmiştim. Bu sohbetten bir süre sonra da Andaç’ın Kar Masalları ve Babil’e Yolculuk kitaplarını alıp okumuş, özellikle bir yazarla aynı mekânlardan geçmenin sevinciyle sayfalar arasında adeta kaybolmuştum. Sadece geçtiğimiz sokaklar, mekanlar aynı değildi elbette. Özellikle öğrencilik yıllarından itibaren okumaya tutkusu da okuduğu kitaplar da bir o kadar tanıdıktı benim için.
Kavşaktaki Kent: Erzurum’u okurken yeniden o günleri hatırladım: Mesela “Alıp başını gitmiştin, kopmuştun o kentten. Ondan da anılarınızdan da uzaklaşmıştın. Ya da öyle sanmıştın!” cümlesi gibi pek çok defa kitabın sayfaları arasında gençlik günlerime döndüm, hatta çocukluk anılarıma. Erzurum’dan kopup İstanbul’a geldiğim yıllar, babamın Nazik Çarşı’daki dükkanı, Dumlupınar İlkokulu’nun karşısındaki o bahçeli taş ev, evin tekir kedisi, tren istasyonu, kaybolunca ağlaya ağlaya koştuğum sokaklar…
Kitabı bitirdiğimde her satır bana bir adım yakın bin yıl uzakta gibiydi.
Ünlü Rus şairi Puşkin’in Erzurum Yolculuğu ya da Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir kitaplarını okurken fark ettiğim bir şeyi Andaç’ın kitabını okurken de fark ettim: Üçü farklı dönemlerde yaşasa da anlattıkları şehir sokaklarıyla, çarşılarıyla, insanlarıyla tıpkı benim çocukluğumdaki şehirdi. Gürül gürül akan çeşmeleri, iş hanları, çarşıları, taş evleri, tandır fırınları, aşık kahveleri ve tabii ki iliğe işleyen soğuğuyla… 90’lardan sonra yavaş yavaş anılarda kalan bir şehir gibi.
“Yaşadığın yer, senden iz barakandır. Bu sözlerini anımsadın en çok. Alıp başını gitmiştin, kopmuştun o kentten. Ondan da anılarınızdan da uzaklaşmıştın. Ya da öyle sanmıştın! Başka kentleri yurt edinmiştin. Sonra birçok kentin alınlığında onun izlerini aramıştın.”
Andaç’ın kitabı sadece 30 yıl içinde yazılmış bir şehir güzellemesi değil, bunun ötesinde doğup büyüdüğümüz topraklar üzerine düşündürdüğü için ayrıca dikkate değer. Şehirler üzerine yazılacak, tartışılacak daha çok şey var. Devamı da gelsin temennisiyle…

KAYNAK https://www.yenisafak.com/hayat/bir-adim-yakin-bin-yil-uzak-4621168